Genel

Etobur İnsan Kalmayana Kadar

Tanıştığımızda ikimiz de hazırlık sınıfındaydık, ben mühendisliğe geçecektim o da girişimciliğe… Lanet olsun çok güzeldi, beyaz ama kavruk teni dolgun ama sıkı vücudunu eşsiz kılıyor, çilli bebek yüzü ve turuncu saçlarıyla daha önce hiç tatmadığım bir lezzet vaat ediyordu. Uç derecede hiperaktifti, bana nasıl sürekli bilgisayar başında kalabildiğimi sorup dalga geçerdi. Bir hippiye göre çok estetik giyiniyordu, sesi de şeker gibiydi. İlk günden hastası olmuştum, onu etkilemek için çok fazla şeyden vazgeçecektim, çok fazla şey… Sanırım hayatındaki önemli bir boşluğu hayvan sevgisiyle doldurmayı denemiş, zamanla bu onu veganlığa kadar itmişti, üzerine eklenen yoga ve meditasyon tutkusu hiperaktif bir vücutta ilginç sonuçlar doğuruyordu, bu renkli ruha ayrıca çocukluğundan beri Ege Denizi ve doğası içinde aylarca kaybolma imkânı verilmiş, özgürleştikçe güzelleşen ruhu her şeyi ve herkesi kontrol altına alabilir hâle gelmişti. Onu Santa Cruz’dan çok önce tanımam ayrı bir tesadüftü, sanki o hep buralara ait gibiydi, safkan bir hippi… Ben mi? Bense doğma büyüme Adanalı olaraktan o yaşıma kadar haftada ortalama beş kilo et tüketen biriydim ve tanıştığım ilk vegana sırılsıklam âşık olmuştum.  Kız aslında oldukça liberaldi, ilk birkaç ay et yememi umursamamıştı, bir şekilde o da bana ilgi duymuştu ve birlikte mutluyduk. Lakin tüm ideolojisini insanlığın etoburluğunu bitirmek üzerine kuran bir kızın yanında acılı kebaplar götürmek çok tutarlı olmuyordu. Ayrıca onunla birlikte olmanın verdiği haz diğer her lezzetin üzerindeydi. Kademeli olarak önce vejetaryen, sonra da vegan olacaktım. Tabii ki sırf bunun için beni daha çok sevecek bir kız değildi, yine de hayatımızı kolaylaştırdığım için son derece memnundu.


Hazırlık biterken birlikte yaşamaya başlamıştık, o, ben ve biricik köpeğimiz Rysus… Yalnız ben bölüme devam ederken o Boğaziçi’ne, Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümüne geçmişti. Bir etkinlikte tanıştığımız Hatice Hoca etkiliydi bu kararda ve birlikte et tüketiminin insan genetiğini yüzyıllar içerisinde nasıl bozduğunu ispatlamaya çalışacaklardı. Hoca bir Yeşil Karanlık (Green Darkness) üyesiydi. Dünya nüfusunu barışçıl yollarla bir milyarın altına indirerek insanların sadece toplayıcılık yaparak ağaç kavukları ve yosunlu mağaralarda yaşamaları gerektiğini savunan uluslararası bir sivil toplum kuruluşuydu. Tanrı’nın bize vaat ettiği Cennet’e (bahçeye) ancak onu kendimiz kurarak ulaşabileceğimizi savunan, mevcut dinleri birbirine katan New Age bir öğretileri vardı. Meselâ İslâm’daki tasavvuf, vahdetivücut gibi fikirleri Hinduizm’deki meditasyon, hayvanların kutsallığı gibi düşüncelerle birleştiriyordu. Kâğıt üzerinde ise doğa dostu, hayvan sever sevimli bir stk’ydı sadece. Hatta iş dünyasındaki güzel bir lobi çalışmasıyla bağış yapılması popüler bir kurum hâline de gelmişti. Özellikle zengin iş adamlarının eşleri sokak hayvanlarını bize emanet etmeye başlamıştı. Türkiye’deki aktifliği bizimle birlikte giderek artmıştı, düzenlediğimiz birkaç farklı kampanya ile Polonezköy’deki geniş bir çiftlik kurmayı başarmıştık. Bu çiftlikte önceleri sadece kedi köpek bakıyorken daha sonra ticari kümes ve ahırlardan hayvanları kurtarıp buraya getirmeye başlamıştık. Çoğunlukla bu çiftlikte yatıp kalkmaya, benim Adana’dan getirttiğim otları çekip harika kafalar yaşamaya başlamıştık, tam bir komün ortamıydı, müzik yapan arkadaşlar eşliğinde meditasyonlarla kendimizden geçiyor, sabah olduğunda ise kimin kiminle uyandığını umursamıyorduk.

Biz dâhil olduğumuzda Türkiye’deki Yeşil Karanlık sadece 50 üyelik minik bir topluluk idi ve Hatice Hoca başkan idi. Üçüncü yılımızda ise sayımız 500’ü geçiyordu ve başkanlığı benimki devralmıştı. İkisi de son derece idealist ve çalışkan olmalarına karşılık benim hırsım ve Ortodoks iş bitiriciliğim yüzünden fiili olarak işlerin çoğu ve iplerin tamamı benim elime kalıyordu. Yani temel ideoloji umurumda bile değildi aslında, sadece benimkisi burada kendini daha değerli hissediyordu, onun dışında minimalst bir hippi topluluğu gibi gözüksek de tamamen hedonist bir gruptuk, kafamız sürekli güzeldi ve hiyerarşik olarak benimkisine kimse ilişemezken benim elimin altında hep farklı birileri oluyordu, neredeyse herkese dokunabiliyordum. Öte yandan Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere açtığımız şubeler arasında sürekli bir hayvan yemi, kulübe ve bağış etkinliklerinde sattığımız kupaların trafiği oluyordu. Çoğunlukla gönüllüler vasıtasıyla kendi aramızda dönen bu trafiği benimkinden gizli de olsa uyuşturucu ticareti için kullanmaya başlamıştım. Buradan gelen parayı da bazen ismi saklı bağışlarla bazen de ürettiğimiz organik mamaların kâr marjına katarak kolayca aklıyordum. Kurtarılan daha çok hayvan, yeni barınaklar bana daha fazla zevk olarak dönüyordu, sınırsız alkol, en kalitelisinden mal, daha fazla kız… Hazdan ölmemek için kendimi okula veriyordum, neredeyse hiçbir tasam olmadığı için inanılmaz verimliydim, bütün dersleri A ile geçiyor, deli projeler üretiyor, küçük çaplı yatırımlar bile alıyordum. Sanayileşme, dolayısıyla kapitalizm ve kurumsal şirketler ideolojimize tersti aslında ancak ben yapay zekâ bilimini (Deep Learning) hayvanların şehirleşme yüzünden mutasyonunu modellemek ve bu ispat ile ideolojimizi güçlendirmek için öğrendiğimi ileri sürerek kendimi temize çekebiliyordum. Zaten her şeyi bilgisayar başında yapabiliyor olmam ve etrafımdakilerin bilgisayar biliminden pek anlamıyor olması işimi çok kolaylaştırıyordu. Öyle günlerdi ki ben İngiltere’deki bir e-ticaret şirketine yüz bin dolarlık bir sıralama algoritması gönderirken yenilerden adını bile bilmediğim bir fıstık yarım saattir Downtown’daydı ve benimki tam karşımızda o geceki yoga ritüelini gerçekleştiriyordu.


Üniversiteyi bitirdiğimizde benimki Hatice Hoca’nın referansıyla Stanford Biyokimyada doktora kazandı. Benden ise Türkiye’de kalıp başkanlığı yürütmemi istemişti. Kalsaydım muhtemelen daha özgür bir şekilde hareket edip topluluğumuzu ve faaliyetlerini iyice genişletebilirdim, zaten olduğum konum itibariyle cennette sayılırdım, üstelik yeni gelenlere (aslında inanmadığım) ideolojimizi çok iyi pazarlayabildiğim için toplulukta beni ruhani bir mentör olarak görmeye başlamışlardı. Lakin son üç dört yılda yaşadığım hiçbir haz, ki tahmin edilebileceğinizin ötesindeydiler, hiçbiri onunla birlikte olmak, nefesini nefesimde hissetmek kadar vazgeçilmez değildi. Ben de onunla birlikte gelip Stanford’ta değil ama UC Santa Cruz’da doktoraya başlayacaktım, Bay Area’da yaşayacaktık, ben sadece ders olduğunda aşağıya inecektim. Öte yandan UC Santa Cruz Yeşil Karanlık (Green Darkness) akımının ilk ortaya çıktığı yerdi ve hâlâ küresel ölçekteki kararlar burada alınıyordu. Cruz ormanlarını, cidden iki ağaç arasına gerilen bir hamakta yaşayanları görünce “Yeşil Karanlık” ismi çok daha mantıklı geliyordu. Benimki Santa Cruz’a bayılmıştı, artık yalınayak geziyor, neredeyse hiçbir şey giymiyor, bizimkinin Stanford’ta laboratuvar işi olmadığında soluğu West Cliff’te alıyorduk, vintage bir Transporter bize yetmişti. Aslına bakarsanız buradaki grupta da bizim Türkiye’de kurduğumuz düzenin neredeyse aynısı vardı. Sadece daha yaşlı ve kalabalık olan bu grupta hiyerarşi biraz daha karmaşıktı. Kurucumuz ihtiyar beyaz bir hippiydi, onun etrafında beyaz ve afro-Amerikan orta yaş bir grup bulunuyordu, bu çekirdek grup daha çok hippi ve Afrikan kültürü etkisindeydi. Gençlerin çoğunluğu ise beyaz ve Asyalı kızlar ve tek tük Hintli erkeklerden oluşuyordu. Kızların büyük bölümü ya benimkisi gibi tamamen ideolojiye bağlanmıştı ya da anlamadığı hâlde havalı olduğunu sandıkları için buradaydılar, genç erkeklerde inanmış taklidini iyi yapabilen bile yoktu, hepsi kız düşürme derdindeki saplardı ve çok sırıtıyordular.

Türkiye’de eriştiğim tatmin ve hâlihazırda düzenli bir ilişkimin olması burada odağımı korumamı sağlamıştı, her şeyden önce hiyerarşide yükselmek istiyordum ve insanları kolayca manipüle etmek gibi özel bir yeteneğim vardı. Zaten çok da karmaşık olmayan ve pratiğe dayanmayan fikirleri kâğıt üzerinde herkesten iyi kavrıyor, savunuyor ve pazarlıyordum. Buna ek olarak küçük detaylar herkesi beni olumlamaya itiyordu. Meselâ kurucumuzun olgun Çinli fantezisini keşfetmiştim, sırf onun için okuldan orta yaşlı bir profesörü convert etmiştim (çevirmiştim?). Sonra Ulu Rebecca’mız ot sarmayı bir türlü beceremezdi, bunu fark ettiğimden beri emrindeydim. Mevcut başkanımız ise kırk yaşlarında antik bir motosiklet tutkunuydu, son üç yıldır bir model için Amerika’yı karış karış dolaşmış ancak zaten az sayıdaki sahipleri alışverişe ikna edememişti. Ben gidip Los Angeles’taki bir dayıyı önce yerli bir çeteye tartaklatıp motoru dayıdan almalarını sağlamış sonra da motoru onlardan satın alıp başkana hediye etmiştim. Bu iş bitiriciliğim bana ideolojiyi kendi adıma esnetme özgürlüğü veriyordu, okul dışında Amazon ve Google’da staj yapmamı fazla büyütmemiştiler, ayrıca bu şirketlerdeki birkaç önemli yöneticiye kendi ideolojimizi aşılamış, onların yürüttüğü fonlama ile Ulu Rebecca’nın en büyük hayali olan sakat at barınağını Oregon’a kurabilmiştik. Tüm bunlar beni üç yılda başkanın gayri resmî sağ kolu yapmıştı, aynı şekilde Türkiye’deki gibi haz odaklı bir gündeliğe geri dönmüştüm.


Zamanla küresel çaptaki toplantılara bizi de katmaya başlamıştılar. Her ne kadar Kaliforniya’daki grup kurucu ve genel kurul gibi gözükse de Boston’daki oluşum çok daha faal ve aktivistti, saldırgan denecek kadar… Burada kurucudan ziyade Harvard’taki bir profesörün sözü geçiyordu, zaten bizim başkan da onun adamı gibi davranıyordu. Bu toplantılardan öğrendik ki Kaliforniya’dakiler sadece onursal olarak Yeşil Karanlık’ta varlığını sürdürürken Boston çok daha büyük planlar yürütüyordu, kurucu ekibe yeterli ödeneği sunup hoşnut tuttuğu sürece istediği kadar uç eylemler planlayabiliyordu. Meselâ ilk ciddi eylemleri İngiltere’deki Deli Dana kriziydi. Doğada mevcut olan bir hastalığın ahırlara bulaştırıp hızla yayılmasını sağlamışlar. Böylece insanların kırmızı et tüketimimi durdurmayı umduysalar da küresel sermaye daha hızlı hareket ederek hastalığın tüm dünyaya yayılmasını önlemiş. Benzer bir girişimi Kuş Gribi ile tekrar denemişler ve fakat milyonlarca kuşun itlaf edilmesi dışında ellerine hiçbir şey geçmemiş. Devamında ise Afrika’da primatları korumak amacıyla Ebola, Arap yarım Adası’nda ise develer için MERS yine Yeşil Karanlık eliyle yayılmış. Problem şu ki küresel sermaye hepsine anında karşılık veriyor, gerektiğinde milyonlarca hayvanı katletmekten geri durmuyordu.

Toplantıların birinde bir sonraki eylem planı tartışılıyor, başarısızlıklar gözden geçiliyordu. Amaçları pek umurumda olmamakla birlikte bir mühendis olarak problem çözmede iyiydim ve söz alıp şöyle dedim: “İnsan hastalanan ve hastalığı yayan bütün hayvanları çekinmeden öldürebiliyorlar çünkü onları önemsemiyorlar. Peki ya hastalık yine hayvanlardan insana geçse ama hayvanlar arasında değil de insanlar arasında hızla yayılsa ve daha ölümcül olsa meselâ? İnsanları itlaf edemezler herhalde…” Kaliforniya’dakiler biraz irkilse de Boston’daki Hoca fikrimi dâhine bulmuştu hem etobur insanları suçlu çıkaracaktık hem de Dünya nüfusunu azaltan bir girişim olacaktı. Peki ya çocuklar, onları nasıl kuruyacağız, onlar masum diye atılanlar oldu. “Eğer doğru RNA formülünü modelleyebilirsek çocuklara zarar vermeyecek bir enfeksiyon yayabiliriz ancak bu modelleme on yıllar alır” diye atladı benimki. “Linn Hoca!” dedim, Stanford’taki Linn Hoca’nın Google’ın Kuantum bilgisayarlarına erişimi vardı eş zamanlı olarak orada da yönetici olarak çalıştığı için.  “Eğer Linn Hoca’yı yanımıza çekersek aynı modellemeyi o bilgisayarlarda birkaç ayda çözümleyebiliriz” diye bir kısa yol daha önermiş oldum istemsizce. “O iş bende ya” dedi benimkinin doktora hocası, ellilerinde, sıradan, beyaz bir adamdı ve Yeşil Karanlık için her şeyi yapabilirdi. Linn Hoca ise biraz daha genç olduğu hâlde 3 çocuk babasıydı ve her Japon gibi aşırı derecede utangaçtı. Bizim hoca ertesi günü Linn hocayı koridorda sıkıştırıp uzun uzun öpüp taciz edecekti, bu masum ilan-ı aşkı bir öğrenci (ben) videoya kaydedip anonim bir şekilde hocaya şantaj yapıp kuantum bilgisayarlara gerekli erişimi sağlamış olacaktım. Tabii göstermelik olarak bizim hocaya da şantaj uygulayıp adamı yasak aşkının mağduru olarak gösterecektik ki Linn Hoca şüphelenmesin. Hoca bizim sadece Google’a sızmaya çalışan rakip bir şirket sanıyordu ve (ona göre) anlamsızca çalıştırdığımız algoritmaları sistemi yavaşlatmak adına düzenlediğimiz bir sabotaj olarak görüyordu, bu onun için kendi namusundan çok da kıymetli değildi. Bizse o sistemde ölümcül bir virüsün RNA’sını modellemiş oluyordu. Bu muazzam işlem gücüyle birkaç ay içerisinde de çocuklar için zararsız ama yetişkinler için son derece riskli bir virüs bulabilmiştik.


İki seçeneğimiz vardı, ya çözümlediğimizi bu modellemeyi laboratuvar ortamında kendimiz sentezleyecektik ya da… Dünya’daki bütün canlı örneklerinin tutulduğu bir veri bankası vardı ve ilgili herkes burada istediği DNA RNA örneklerini taratabiliyordu. Everest mağaralarında oldukça izole bir habitatı olan nadir bir yarasa türünde bizim elimizdeki modellemeye benzeyen ancak mutasyona uğrarsa insanlar için daha ölümcül olabilecek bir virüs çoktan teşhis edilmişti. Bu nadir yarasaların Wuhan bölgesindeki yerel bir türle etkileşime girebileceğini keşfettik, içlerinden hasta da bulunan bir düzine hayvanı Wuhan’da serbest bıraktık ve doğa gerisini bizim için halletti. Mevcut virüs önce kendisini yerli tür için adapte edecekti, daha sonra etraf diğer canlı türlerinde mutasyona uğrayarak daha da güçlendi ve insan bünyesi için hazır hâle geldi. Neredeyse 10 aylık bir mutasyon sürecinde mevcut Korona virüsünün güçlenmiş şekline bürünen bu virüse Yeni Korona Hastalığına da COVID-19 diyeceklerdi. Sonunda küresel sermayeyi yenmiş, yıllarca sürecek bir salgın başlatmıştık. İdeolojimiz bize doğal seçilime teslim olmamızı gerektirdiği için kendimizi herhangi bir şekilde koruyacak aşı vesaire üzerinde de çalışmamıştık. Zaten virüs doğal yollarla kendiliğinden geliştiği ve göçmen yarasacıklarımızı sahadan temizlediğimiz için kimse bağlantıyı kuramadı, devletler klişe bir şekilde birbirlerini suçladı ama suçlamalar kanıtsız kaldı.

İlk vakanın beş yıl ardından öl sayısı dünya genelinde milyonları geçmişti. Birçok ülke ekonomisi çöktü, onlarca karantina bölgesi merkezi otoriteye karşı ayaklandı, çoğu yerde ekonomik buhran ve izolasyon yüzünden iç savaşlar görüldü. Örneğin sıkı karantina uygulamamakta direnen Güney Kaliforniya ile sokakta 10 dakikadan fazla duranların vurulmasını talep eden Kuzey Kaliforniya iki ayrı devlete ayrıldı. Aynı şekilde Lombardiya Bölgesi’nin yarattığı yıkımla yüzleşmek istemeyen Güney İtalya bağımsızlık ilan etti, yine Ege, Trakya ve birçok Yunan Adası kendi başlarına özerklik ilan ettiler. Almanya ve Çin’de merkezi hükümetler mevcut sağlık bütçelerini dengeli dağıtamayacağı birçok kırsal bölgeyi, hatta bazı büyük şehirleri bile kendi ekosisteminden çıkartarak sözde bağımsızlık tanıdı. İngiltere başta olmak üzerine neredeyse bütün diğer ülkeler adeta feodal sisteme geri dönerek her şehri surlarla çevirip giriş çıkışı sınırladı. Bir anda Dünya’daki sınır bölge sayısı kat ve kat artıp bölgeler arası vize politikaları katılaşınca Dünya’daki ulaşım durma noktasına geldi. İnsanlar tren, otobüs, uçak gibi toplu taşıma araçlarını geri dönüştürerek daha çok sınır duvarı ördü. Ulaşımla birlikte birçok sektör daha çöktüğü ve enerji ihtiyacı azaldığı için karbondioksit salınımı da azaldı ve Küresel Isınma durma noktasına geldi. İnsanların bilinçaltında tüm bu felaketlerin sorumlusu olarak yarasa çorbası yiyenler kaldı. Öyle ki birçok dilde “o kimseyi/geleceği düşünmez, yarasa bile yer”, “ben sadece filanca kötülüğü yaptım, yarasa yemedim ki” şeklinde deyimler türedi.


2029’da geldiğimizde insanlar hâlâ et yemeğe devam ediyordu ancak Dünya üzerindeki insan dolaşımı neredeyse on dokuzuncu yüzyıldaki hızına geri düşmüştü, belki de daha geri… Bu yüzden insanlar arasında yeni bir salgın yaymak neredeyse imkânsızdı, ayrıca yeni ülkeler arasında hayvan ithalat ihracatı da yok denecek kadar azdı, zaten çok büyük çiftlik ve fabrikalar ekonomik krize dayanamamış, kapanmıştı. Bu yüzden küresel sermaye insanları konserve balık tüketimine yönlendirmişti. Sadece birkaç balıkçının idare edebildiği tam otomat gemiler tonlarca balığı denizden tutup yine tam otomatik fabrikalara getiriyor, çok az insanın emeğine ihtiyaç duyan bu fabrikalar seri bir şekilde çok sayıda konserve üretebiliyordu, ucuz ve sağlıklı et… Siz de aynı şeyi düşünüyorsunuz, değil mi? Neticede denizlerde balıklar için bir sınır yoktu ve sürekli hareket hâlinde sürüler aynı zamanda birbirleriyle de etkileşim hâlindeydiler. Eğer doğru yerde ve doğru zamanda doğru balıklara, onlara zarar vermeden bedenlerini taşıyıcı olarak kullanacak bir virüsü enjekte ederseniz birkaç yıl içerisinde milyonlarca insanı öldürecek yeni bir salgının fitilini ateşlemiş olursunuz. Bir sonraki beş yılda insan nüfusunun dörde biri sırf balık yediği için ölecekti. “Denizden babam çıksa yerim” deyimi yerini “deniz kenarında tavuk bile yeme” ifadesine bırakmıştı.

Daha fazla yıkım ve endişe içerisinde insanlar yeni bir umut arayışındaydı. Onlarca sahte peygamber, yüzlerce farklı din türedi. Yeşil Karanlık olarak biz de kendimizi buna adapte ettik, çok kısa bir özetle ilahi dinlerin aslında açgözlü insanlar tarafından manipüle ettiğini, asıl öğretide et yemenin de yasakladığını, bununla beraber kentleşme ve sanayileşmenin bizi dinden uzaklaştırdı, mağaralara dönüp meditasyon, yani ibadetle meşgul olmamız gerektiğini ileri sürüyorduk. Tabii bu fikirler o kadar doğaçlama gelişiyordu ki önce birbirimizi bu fikirlere inandırıyor, sonra da kitleleri peşimizden sürüklüyordu. Zaten son 10 yıldır sıkı yönetim altında bunalmış, mevcut inançlarını sorgulamakta olan insanlara ormanlara gidin, orada özgür olacaksınız, serbestçe için, sevişin, sadece et yemeyin, tek günahınız budur demek oldukça etkili oluyordu. Birçok insan minik gruplar hâlinde ormanlara, doğal yaşama göçüyor, kabileler hatta sadece birkaç çiftlik gruplar hâlinde doğada teknolojiden uzak bir yaşamı tercih ediyordu. Kendimizde çoğunlukla Los Angeles bölgesine, Santa Barbara ormanlarına göçmüştük. Yılın büyük bölümünü bir mağarada 12 kişilik bir grupla geçiyor, bazen çevre üniversitelerdeki hocaların referansıyla ziyaretçi akademisyenlik yaparak geçiniyorduk, okullardaki asıl amacımız ise misyonerlikti.

Yıllık toplantılarımız ise devam ediyordu. Boston bölgesi ise artık tam bağımsız bir devletti ve bütünüyle bizimkilerin kontrolündeydi. Zaten balık işini de onların imkânlarıyla gerçekleştirmiştik. Son bir darbe istiyorlardı, insanları kara hayvanlarından da tiksindirecek son bir salgın… Şu Profesör Kurban Bayramı’ndan nefret ediyordu, cidden tam bir hayvan katliamıydı. Ne var ki kurbanlık sayılan hayvanlar artık eskisi gibi toplu beslenmiyordu, canlı ticareti de zaten pek sık değildi. Giderek çöken ekonomide yem üretimine bağlı olarak kırmızı et üretimi ve tüketimi inanılmaz derecede düşmüş, aşırı lüks olmuştu. Orta gelirli aileler yılda toplu olarak belki bir kilo tüketebilirken düşük gelirliler için bu neredeyse imkânsızdı. Dolayısıyla kurbanın farz sayılacağı gelir düzeyi milyonerlik seviyesiydi. Kırmızı ete göre beyaz et nispeten daha erişilebilirdi, yine toplu üretimi sekteye uğramış olsa da çoğu çiftçi için küçük kümeslerde 50 60 kadar tavuk beslemek ahırlarda birkaç inek bakmaktan göre daha sürdürülebilir bir işti. Bunu doğru analiz edip son kozumuzu oynayacaktık. Denizler gibi gökyüzünde de bir set yoktu ve göçmen kuşlar senelerdir hiç olmadıkları kadar özgürdüler. Kargalar ile hem göçmen kuşlara geçerek Dünya’ya yayılacak hem de kümes hayvanlarına geçip insanlarla yayılacak yeni bir virüs geliştirildi. Benim üçü benimkinden olmak üzere beş çocuğum vardı (komün styla) ve insan öldürmekten bıkmıştım. Aynı şekilde benimki de artık mağaralarımıza çekilip etobur insanları rahat bırakmamız gerektiğini savunuyordu. Durmadılar, bizim açtığımız yoldan bizsiz ilerlediler, sonuç kıyamet olmuştu. Benimkinin uzmanlığı ve duyarlılığı olmadan, bu kez laboratuvar ortamında geliştirilen virüs kuşlara da insanlar kadar zarar veriyordu ve türler arasında çok hızlı yayılıyordu. Sanırım 2037 Noel’inden önce patlatılan bu salgın hindi yemeği geleneği yüzünden milyonlarca Hristiyan’ı katletmekle beraber on milyonlarca kuşu da telef etmiş, yirmi kadar kuş türü bir andan tükenmişti. Yaklaşık onar yıl arayla yarasa çorbası ve zehirli balıkların yarattığı toplu ölümlerden sonra bütün kuşların bir anda milyonları ölümüne sürüklemesi bütün insanlık şok içerisinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bize meyilli bilim adamları bütün bunların Küresel Isınmanın toplu bir sonucu olduğunu, önümüzdeki yıllarda benzer salgınların koyunlarda da görülebileceğini, et yemenin artık çok riskli olduğunu ileri süren yüzlerce “akademik” çalışma pompaladılar. Bununla beraber misyonerlerimiz özellikle Noel’e vurgu yaparak Tanrı’nın et yememizi istemediği, bu yüzden bize sürekli gazap ettiğini yaydılar. Böylece kendimizi hem mantığıyla hareket eden hem de inancıyla var olan birçok kitleye inandırmış olduk. Et tüketimi zamanla 2020’lerde sigara kullanımı gibi görülmeye, daha sonraları ise devletler tarafından yasaklanarak adeta uyuşturucu muamelesi görmeye başladı. Evet, nihayet olarak misyonumuz olan Dünya nüfusunu bir milyarın altına indirmek ve insanların etoburluğunu bitirmek konusunda oldukça ilerleme kaydetmiştik, üstelik son derece barışçıl yollarla…


Umarım, bu yazıda bahsi geçen şahıs ve kurumlar sadece hayal ürünüdür. Yoksa…

Muratcan Çiçek

Standart

Etobur İnsan Kalmayana Kadar” üzerine 3 yorum

  1. “İnsan hastalanan ve hastalığı yayan bütün hayvanları çekinmeden öldürebiliyorlar çünkü onları önemsemiyorlar. Peki ya hastalık yine hayvanlardan insana geçse ama hayvanlar arasında değil de insanlar arasında hızla yayılsa ve daha ölümcül olsa meselâ?” Süleyman Soylu’yu göreve çağırıyorum! 🙂 Her şey Muratcan’ın yüzünden, biri bu çocuğu durdursun, kendi zevki sefası yüzünden insanlığı yok ediyor… :p

    Biraz daha detaylandırılırsa Korona adlı film senaryosu olmaya aday olabilir. Ama ülkemizde durum ne olurdu ona değinmemişsin. Zaten ülke o kadar boktan ki virüse gerek yok, demiş olabilirsin. Macera dolu Amerika! Yeni hikayelerini bekliyoruz…

  2. Geri bildirim: Sürekli Hayal Kuruyorum, Hayal Kurarken Jest Mimik Yapıyorum, Nasıl Bırakacağım? (Doğan Cüceloğlu’na Açık Mektup) | Muratcan Çiçek

Yorum bırakın