Dediğim gibi, iki gün sonra doğum günüydü, 20 Kasım… Benden sadece iki hafta sonra haftanın aynı günü doğmuştu. Daha lisedeydik, lise son, ilk teneffüste onu arka merdivenlerine çekmiştim. Sanırım kâğıt üzerinde yangın merdiveni olarak gözüken ancak bina dışına çıkışı olmayan ve binanın en sonunda bulunan bu merdivenler öğrenciler tarafından aktif kullanılmıyordu, en azından temel işlevinde. Nöbetçi öğretmenlere uzak kalan bu bölge okuldaki kavga dövüş veya aşk sahneleri için birebirdi. Duvara yaslayıp dudaklarından küçük bir buse aldım. “Ne yapıyorsun ya, okuldayız!” diye sessizce bağırdı, iki yıldır her seferinde bezmeden nasıl aynı tepkiyi verebiliyordu anlamıyorum, naz işte… Daha uzun bir buse ve sırtıma sakladığım kutuyu çıkarıyorum: hediye paketi şeklinde iPhone 4s kutusu, piyasaya çıkalı daha bir ay olmuştu. “Aşkım bu ne?”, trip katsayımız artıyordu. “Doğum günü hediyen” diye sırıtmıştım. “Geri zekâlı daha iki gün var!”, “bilmiyorum ama o zaman sürpriz olmayacaktı ki”, “ya ama bu çok pahalı, ya nasıl…”, “küçük yazılım işleri yaptığımı biliyorsun”, “seni bir gün içeri alacaklarını da biliyorsun dimi, söz vermiştin?!”, “ya bir şey olmayacak bea, gel sen” ve sarıldık. Aldığım yazılım işlerinin pek aydınlık tarafta olmadığını işlerin getirisinden anlayabiliyordu, defalarca bırakacağıma dair söz versem de o yaşlarda en kolay para, en güzel paraydı. Daha da uzun bir buse, zile daha dört dakika var, tam ipekten boynuna ineceğim…
Bir patlama sesi… O kadar sarsıldık ki ben yere devrildim, cam, amına koyayım yanımızdaki pencerenin camı patlamış lan! “Aşkım ne oluyor?”, iç koridora bakıyorum, kattaki bütün sınıflar binanın ortasına, ana merdivenlere yönelmiş, herkes birbirini eziyor, “aşağı!” diye bağırıyorum. Kızın elinden tutup aşağı sürüklüyorum, o merdivenleri kullanmak kimsenin aklına gelmiyor çünkü çıkış yok aq, en alt kattan bir an iç koridora yöneliyoruz ama “hayır” diyorum, orta merdivenler ve çıkış kitlenmiş durumda, kız beni kolumdan çekip ilk sınıfa sokuyor, öğretmen masasının altındayız. Uçak sesleri, birkaç patlama daha, sanki bir orospu çocuğu son ses Call of Duty oynuyor. Son patlama arka bahçeden geldi, oyun değil bu, hayır. Sarsıntılardan tavanın sıvası dökülüyor, sınıf toz içerisinde, “burada ölürüz” diyorum, pencereye yöneliyoruz, çok uzaktan güçlü bir patlama daha, gökyüzü şimdiden simsiyah, “camı kıralım” diyor Merve, zemin kattayız zaten, dışarı atlıyoruz. Öğrenciler birbirlerini ezerek kaçmaya çalışıyor, bazı hocalar arabalarına binmiş ama bahçe kapısından çıkmaları imkânsız, arabaların üzerinden atlıyor çocuklar, birinin tavanı çöküyor, bahçede çocukları tahliye etmeye çalışan Tunçel hocayı görüyorum, “hocam, ne oluyor???”, “düşman Silivri’den çıkartma yapıp buraya kadar gelmiş, Gelibolu’ya çekiliyormuşuz” diyebiliyor telaşla.
Ne düşmanı ne çıkartması, yirmi birinci yüzyıldayız, ne oluyor amına koyayım? Beynimde bunlar dönerken yapabildiğimiz tek şey koşmaktı, bize gidecektik, annemi alıp arabayla yola çıkacaktık, kızın yurdu da hemen arka sokağımızdaydı. “Beş dakikan var” diyordum bizim stadı hızla geçerken. Köşeye geldiğimizde Çakır Döner’in olduğu binanın tamamen çöktüğünü fark ettik, şiddetle adımı haykırdı kız, ağlıyordu. Durmazdım, “anne!” diyerek ileri atıldım, bizim bina hâlâ ayakta gözüküyordu. Birkaç adımdan sonra kızın ilerlemediğini fark ettim, şoka girmişti. Başını iki elimin arasına alıp sarstım, “ölmüşler…” diye sayıklıyordu binayı göstererek, sertçe öpüp “ilerlemek zorundayız” dedim, eline yapışıp sürüklemeye devam ettim. Bizim binanın önüne geldiğimizde bir ışık bitişik binaya saplanıp üç dört dairelik bir oyuk açtı. “Yurdu unut!” diye bağırıp şiddetle kapıyı tekmelemeye başladım, “anneee!” diye haykırıyordum. “Aşkım, buradalar bak!” diye kazan dairesinin girişini gösterdi. Birkaç kadın apartmanın altındaki mahzene sığınmışlar, “anahtarlar nerede? Gidiyoruz” dedim, annem ayakta durabildiğine göre hâlâ hayattaydı, gerisini düşünecek zamanım yoktu, gitmek dışında hiçbir şey düşünemiyordum. Annemden anahtarları kaptığım gibi arabayı çalıştırdım. Tam gaza basacağım sırada tekrar haykırdım, “Anneannem, kahretsin anneannem nerede?”. 80 küsur yaşında anneannem on yıldır bizimle birlikte yaşıyordu, topal sayılırdı ve son birkaç yıldır gözleri görmüyordu, “anneannem nerede?!”. “Ben gelemem, zaten yaşayacağımı yaşamışım, te buracıkta namaz kılar dururum, sen çocuklarına sahip çık” demiş anneme, odasında kalmış yani. Bu sırada gökyüzünde bir patlama daha oldu, kocaman bir uçağın stat tarafına doğru çakılışını izledik.
Gaza basarken gözlerimden yaşlar süzülüyordu, annem hiddetle salavat filan getiriyor, bir yandan ağlıyordu. Merve, Merve artık ağlayamıyordu bile, masmavi gözleri şişmiş, yanakları ıslanmaktan buruşmuştu, burnu kıpkırmızıydı ve dudakları sürekli titriyordu. Saçları parmağımın ucuyla düzeltirken “çıkacağız buradan, kurtulacağız” diyerek ondan çok kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Ana caddeye dönemezdim, camiin arkasından Gelibolu yoluna çıkacaktım. Bir an İsmail Dayımı aramaya çalışacaktım ama şebeke çoktan çökmüştü. Biz yan yoldan ilerlerken ana yolda askeri bir konvoy geçiyordu yine Gelibolu’ya doğru, biraz dikkat edince bazı araçların Yunanistan Askeriyesi olduğunu fark ettim, bizim bazı araçlarda da NATO flaması vardı. Lan yoksa İstanbul’dan? Ya yok amına koyayım, ne oluyordu lan?! Düşünebildiğim tek şey Silivri tarafından çok güç bir saldırının saatler içerisinde Keşan’a varmış olması gerçeğiydi, bu hızla en geç yarın bütün Trakya göt içi kadar yarımadaya yığılmış olacaktı. Hoca çıkartma demişti, deniz üstünlüğü… Direksiyonu ters yöne kırdım, “oğlum ne yapıyorsun?”, “Gelibolu’da herkes ölecek, hepimizin yakayı geçmesi imkânsız!”. İpsala’ya gidecektim, sınırı geçebilirsek Selanik’e kadar sürebilirdim. Gelibolu içeriden gelecek bir saldırı için savunmasızdı, düşman her kimse Yunanistan sınırında daha çok zorlanmalıydı, nihayetinde ülke sınırı aynı zamanda Yunanistan’dan stratejik savunma hattıydı. Tek sorun içeri nasıl geçeceğimizdi, yol boyunca patlamalar oluyor, askeri konvoylar geçiyor, savaş uçakları birbirini kovalıyordu, gökyüzüne bakmadığım için kim ne anlamıyordum, sadece gökyüzünden sürekli alev topu hâlinde bir şeyler düşüyordu.
Yoldaki benzinliklerin kimisi ateş almış yanıyor, kimisini birileri yağmalıyordu. Bir an bu çok mantıklı geldi, İpsala içerisinde rastgele bir markete girip arabayı erzakla doldurduk, erzak, koli bandı, pil, pamuk ve ped, ne bulduysak doldurduk, dükkânın sahibi zaten terk etmişti orayı (kasayı da kontrol ettim, boştu). Kapı ilçeden beş kilometre kadar uzaktı, ne vardı ki yaklaşamadık bile, insanlar çoktan kuyruk oluşturmuş, yol tıkanmıştı, derken beş altı araç önümüzdeki bir kamyonete uçak mermileri isabet etti, onun deposunun patlamasıyla birkaç araba daha alev aldı. Ben arabayı araziye kırıp birkaç yüz metre daha ilerleyebildim ama giderek genişleyen konvoy sürekli ateş altında kalıyor, patlayan araçlar yüzünden ilerlemek imkânsızlaşıyordu. Pes eden yüzlerce insanlar gibi biz de arabayı bırakıp yürümeye başladık. Kapıya vardığımızda daha yeni öğlen oluyordu, havadaki çatışmalar sürekli artıyordu. İlçeden de dumanlar yükselmeye başlamıştı. Sınır kapısında 200 kadar personel kalmışken bizim sayımız binleri buluyordu, gümrük binasının hemen dibine düşen bir uçak ipleri koparmaya yetmişti, insanlar akın akın kapıya yöneldiler, havaya birkaç el ataş açılsa da o korkmuş kalabalığı kimse durduramazdı. Aynı kalabalık Yunan askerleri eşliğinde sonradan adının Peplos olduğunu öğrendiğimiz köye kadar yürümeye devam etti, sağda solda bir sürü askeri araç, tank tüfek, obüs filan görüyorduk, mevcut yığınağa da sürekli yenileri ekleniyordu. Bunların arasında farklı farklı ülkelerin araçları vardı, daha kiminle savaştığımızı anlayamadan ülkemizi terk etmiş olduk.
Bitkin bir şekilde köyün girişindeki bir kaldırıma çöktük, Merve kollarıma yığıldı, annemin tülbenti hangi ara neden parçalamıştı, hatırlamıyorum bile. Neredeydik amk, ne oluyordu? Sadece en yakınımda, yine bizim köylerden kaçıp gelen üç yaşlı amcayı duyabiliyordum. “Ye’cüc ve Me’cüc çıkmış diyorlar”, “Deccal’mış bu, Deccal’ın ordusuymuş”, “Kancık Yunan’ın işidir kesin”, “ayrettin abi, üyle olsa bizi alırlar mı buracağa kadar?”, “Hep tuzak işte, birazdan kesiverecekler epimizi”, annem birden irkildi dayının söylediklerinden. Diğeri devam ediyordu “Amerikan’ın oyunu o zaman?”, “Yok bea, hani şu gümrüğe düşen uçak, ben gördüm Amerikan uçağıydı o, onu da o üçgen şeyler tepeliyordu”, “Bacanağını sikem, Ruslar mı daldı diyon sen?”. “Rus muz bilmem ben, yalnız te büyle büyle üçgen şeyler gördüm havada” diye gösterdi eliyle üçgen işareti yaparak. Altmış yaşlarında olup gözlüğünün bir camı paramparça olan dayı olayın şokundan saçmalıyordu muhtemelen. Bitmiş hâlde kollarımda içi geçen Merve’nin saçlarında kaybolmak üzereyken sınır kapısının olduğu tarafta şimdiye kadarki en güçlü patlama gerçekleşti, o kadar güçlü sarsıldık ki etrafımızdaki birkaç bina o anda sarsıntıdan yerle bir oldu. Havada birden 10 kadar uçak ve onlarla savaşan tuhaf araçlar belirdi. Tövbe estağfurullah, dayı haklı çıkmıştı amk, o neydi lan? Ananı avradını, neyle savaşıyorduk lan biz? Manevralarından itme gücüyle çalıştıklarını sandığım bu üçgenimsi hava araçları bir uçaktan oldukça küçük ve kıvraktı, Bir Drone’a kıyasla da çok daha fazla silah yüklü olmalıydı ki amına koyduklarım sabahtan beri içimizden geçiyordu.
Sadece 15 metre ilerime, kalabalığın tam ortasına bir uçak daha düştü, altında kaç kişinin kaldığı sayamazdım ama birbirini ezenler uçağın düştüğü alandan çok daha fazla ölüme yol açtı. Tahminen bin nüfuslu bu köy bir anda beş altı misli Türk ile dolmuştu ve nerede konaklayabileceğimiz konusunda kimsenin hiçbir fikri yoktu. Kesin olan tek şey, buranın da güvenli olmadığıydı. Türkiye tarafından gelen patlama sesleri giderek sıklaşıyor ve de yakınlaşıyordu. “Geliyorlar” dedi Merve korkuyla, hepimiz titriyorduk, akşamüstüne doğru Kasım soğuğu ölüm korkusuyla karışıyordu. Sadece yarım gün içerisinde yaşadıklarımızın dehşeti bize her şeyi yaptırabilirdi. Daha içeri ilerlemeliydik, burada güvende değildik, biliyordum. Köyün arka sokağında bizi okuldan bozma bir yere itelediler, yan duvarında bakımsız bir E30 duruyordu, gözüme ilişti. “İçeride millet birbirini çiğner, biz şöyle duralım” diyerek annemi arabanın kapısına yaslanacak şeklinde konumlandırdım. Merve’yi de çekiştirerek aracın diğer tarafında ön kapıya dayadım. “Tatlım hırkanı verebilirsin çok hızlı”, kızın pembe hırkasını çıkartıp elime dolarken kızı sert bir şekilde öpmeye başladım. Zaten beş on saniye aralıklarla duyduğumuz patlama seslerinden sürekli tedirgin olan kalabalık bizi fark edemedi bile, sadece en yakınımızdakiler bizi ayıplamak üzereyken yumruğumla camı kırıp kapıyı açabildim, kızı içeri doğru ittiğimde çevremizdekiler sadece tiksinerek bizden uzaklaşmak istediler. “Çabuk annemi içeri al”, panik ve korkuyla sadece dediğimi uygulayan Merve içeriden diğer taraftaki kapıyı açıp annemi resmen yaka paça içeri çekti ve kapıyı kapattı. Şaşkınlıktan şok geçiren annem ölmüş babama sövmek ile şahadet getirmek arasında bir şeyler sayıklıyordu. İlkokuldan beri istemeye istemeye gittiğim sanayide zaman içerisinde düz kontakla araba kaldırmayı da öğrenmiştim, aynı yöntem bu emektarda da çalışmıştı. Gazı kökleyip Yunanistan içerisine doğru sürmeye başladığımda insanlar hâlâ kızı neden öptüğümü düşünmekle meşguldü.
“Siktiğimin memur kafası!!!” diye bağırdım direksiyonu yumruklarken, “amk arabasında çeyrek depo bile benzin yok!”. Paniklemenin Nirvana’sındaydım, zorla girdiğim bir ülkede, deposu boş çalıntı bir arabayla bilinmeze giderken annemle sevdiğimi de yanımda sürüklüyordum, sadece 17 yaşındaydım, arabanın vitesi bir türlü dörde geçmediği için hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Annemler benim hareketlerim yüzünden dehşete düşüp o kadar sinmiştiler, yok gibiydiler, Merve artık titreyemiyordu bile. İleride bir benzinlik gördüm, arabayı çekip indim. Etrafta pompacı sandığım kırk yaşlarında biri vardı, yerli halktandı muhtemelen, adamın yakasına yapışıp yumruklamaya başladım, yere düştü, cebinden pompanın anahtarını aldım, ben depoyu doldururken içeriden daha yaşlı iki adamdı çıktı ama uzak durdular, diğer adamda yerden kalkmamıştı, arabaya binerken plakaları sökmek geldi aklıma, söküp bagaja attım, o üç adam kıpırdamadan öylece beni izledi. Tekrar gaza bastığımda annem usulca “oğlum paramız vardı, adamı niye dövdün, güzelce isteseydik ya?” dedi, verecek hiçbir cevabım yoktu amına koyayım. Kaçma psikolojisi, sorumluluk bilincimi köreltmiş olmalıydı, zaten üzerimizde hiçbir kimlik yok, buraya ait değildik, zaten kaçıyorduk, ne için neden kaçtığımızın bir önemi kalmayacaktı bir süre sonra.
Patlama sesi duyulmayana kadar sürecektim, annemler perişan bir hâlde uykuya dalmıştı. Bir yerde durup kırık camı hırkayla örtmeye çalıştım. Üzerimde sadece okul gömleği vardı, Merve’nin bir de hırkası üzerindeydi, onu da almış bulundum. Annem evden çıktığı için üzerine montunu filan da almıştı, arada değişimli olarak Merve’nin ve benim omzuma atıyordu, bir de evde nakit filan ne varsa toplamış işte. Cep telefonlarımızı filan da saysak üzerimizdeki para bize en fazla birkaç hafta yeterdi, hem nerede kalacaktık? Saatlerce sürdükten sonra Selanik’e varabildim, burada da kaos vardı, gece yarısı olmasına rağmen sokaklarda insanlar koşuşturuyordu, birçok aile arabasını yüklüyor, göç etmeye hazırlanıyordu, dikkat çekmemek için arabayla sokaklarda yavaş yavaş dolaşıp Türkçe duymayı umut ediyordum. Nihayet orta yaşlı bir kadının ağzından “hadiyin bre, çabuk çabuk, bak Bulgar almayacak bizi, kalacaz burlarda, götümüzü başımızı yicek o zebaniler” sözlerini duydum ve sağ çektim. “Ablacığım” diye kadına öyle bir sarıldım ki kandın neye uğradığını şaşırdı. Biz kimiz, nereden geldik duyunca daha da dehşete kapılan kadın arabaya eşya yüklemeyi de bıraktı. Meğer haber çıkmış, ateş hattında olup 24 saat içerisinde Evzoni kapısına ulaşabilen Yunanistan vatandaşlarını Bulgaristan’a alacaklarmış. Bizim oradan geçmemiz şimdilik imkânsızdı, zaten perişan hâldeydik. “Biz sizin evinizde misafir kalsak” diye ümitsizce atladı Merve. Orospu karı nereden gördüyse “olur ama kiramı peşin alırım” diyerek kızın cebinden ambalajlı telefonu çekti aldı, “eh savaş zamanı şimdi, mal canın yongasıdır bea”. Dudak büksek de kadının bizi sokaktan iki de bir geçen devriyelere ihbar etmesi sonumuz olabilirdi. Kadın arabasını çalıştırırken hâlâ “şoparlara bak be, millet canını kurtaramıyor, bunlar iPhone derdinde” diye sayıklıyordu.
Kadının gecekondu iyisi evi sadece iki oda ve sobalıydı. Elektrik şebekesi burada da çökmüş sayılırdı, bir gidip bir geliyordu. Sadece sıcak su, biraz erzak ve yatak bulduğumuz için şükrediyorduk. Annemleri yerleştirdikten sonra arabayı iki sokak öteye bıraktım, camı kırık olduğundan tekrar bulmayı umut etmiyordum. Dönüşte eve yürürken deniz tarafından ama çok uzaklardan bir patlama sesi duydum ve istemsizce gülümsedim, hâlâ uzaktaydılar, etrafımdaki binaların hâlâ camları vardı, tepemizde yine sürekli savaş uçakları, helikopterler geçse de en azından düşmüyordular amk, çok huzurluydum lan! Eve girdim, Merve, uyumamış, bana sandviç hazırlamış, “Aç kalınca migrenin tutuyor” diyordu, sahi benim koskocaman migrenim vardı lan, kıl kadar streste bütün günümü piç ederdi, ölüm korkusuyla hiçbiri hissetmiyormuş insan. Merve… Merve’ye sımsıkı sarılıyordum, aşktan çok korkudan sarılıyordum, ikimiz de titriyorduk, hiçbir bilmediğimiz bir ülkenin hiç bilmediğimiz bir şehrinde tanımadığımız insanların evindeydik, ikimiz ve annem dışında kimsemiz kalmadı, anneannemi bıraktık, benim ablamlar, onun da ailesi Tekirdağ’daydılar, biz Keşan’a olanlardan zar zor kurtulduk, onlara ne oldu kim bilir… Birbirimize sımsıkı sarılıyorduk, artık birbirimizin her şeyiydik ama… Ama yarın bir patlamada onu kaybedebilirdim, o an kollarımda olan Merve, yarın yok olabilirdi, hatta yarın kollarım da yok olabilirdi, yarın yoktu savaşta… Gün boyu vücudumuzda biriken adrenalin vücudumuzu ele geçiriyordu, gözyaşlarımız gibi bedenlerimiz de birbirine karışıyor, “Nerede kalmıştık?” diyordum, “Ama aşkım okul…” derken kıkırdamaya başlıyorduk. Evet, biz belki o gece elimize silah alıp savaşmadık ama….
Sadece beş gün içerisinde çatışmalar Selanik’e kadar uzandı, şehrin yarısı artık yerle birdi. Elektrik alt yapısı çöktüğü ve Birleşmiş Milletler de internet dâhil çoğu temel haberleşme hattına kısıtlama koyduğu için yerelde dağıtılan birkaç gazete dışında bir bilgi kaynağımız yok gibiydi, oradaki haberlerin de güvenilirliği tartışılırdı. Hâlâ tam olarak neyden kaçtığımızı ve kimlerin bizim tarafımızda olduğunu bilemiyorduk ancak saldıranların Dünya’dan olmadığı, en azından insan türünden olmadığı söylentiler arasındaydı. Marmara, Baltık, Körfez ve Hudson Körfezleri gibi sadece iç denizlerin üzerinde devasa piramitlerin belirdiği, bu piramitlerden de uçan üçgenimsi araçların hücuma geçtiği anlatılıyordu. Sadece bu araçlarla, çoğunlukla rastgele saldırdıkları ve hiçbir şekilde iletişime geçmedikleri için kimsenin düşman hakkında net bir fikri yoktu. Bizim ve ateşten kaçan etrafımızdaki diğer insanların düşman olarak görüp duyduğumuz tek şey havada uçuşan üçgenimsi hava araçlarıydı. Bu beş gün içerisinde İstanbul ve Trakya’dan milyonlarca insan Balkanlar’a göçmüş olmalıydı, yerli halkın tamamen boşalttığı Selanik daha doğudan kaçan Yunan ve Türk mültecilerle dolmuştu, Anadolu’dan ise haber alamıyorduk. Etrafta yetkili kimseyi göremiyorduk, soru sorabildiğimiz erler ise olup bitenden en az bizim kadar habersizdi. Beşinci günün sonunda BM askerleri bütün şehri tahliye edip herkesi daha kuzeydeki mülteci kamplarına sevk etti. Kaldığımız evlere kadar giren askerler kimlik soruyordu, bizim buranın yerlisi olmadığımızı görünce bizi “düzensizler” olarak etiketleyip en düşük öncelikli kampa sevk ettiler. Biz buna gönüllü olsak da sanki başka bir alternatifimiz de yok gibiydi.
Önce Yunanistan-Bulgaristan sınırındaki geçici kampa, daha sonra da Avrupa Birliği tarafından kurulan Sofya’nın dışında kurulan çadır kamplara yerleştirildik, 5 ay oluyordu Keşan’ı terk edeli. Eskiden 1 milyon civarında olan şehrin o anki nüfusu 4 milyona yaklaşmıştı. Altmış kişilik koğuşlarda kalıyorduk, en son ne zaman duş aldığımızı, iki tam öğün yemek yiyebildiğimizi hatırlamıyorum. Annemin sağlığı pek iyi değildi, Merve ise hamileydi… “Nasıl?” diye sormayın amk, yukarıda duygusal duygusal okurken iyiydi. Kamplarda daha fazla kalabileceğimizi sanmıyordum. Mülteciler arasında sizin hapishane filmlerinde gördüğünüz çeteleşmeler, bir kamplaşma başlamıştı. “Çorlular” diye bir grup vardı meselâ bizim Türklerden, amatör bir kulübün taraftar grubuymuş, birlikte Edirne üzerinden göçmüşler buraya. Yirmili yaşlarda zaten sıfatsız elamanlardan oluşan 10 15 kişilik bu grup gözümün önünde bir sürü kadına kıza tecavüz etmişti, Bahaneleri de hazırdı, kimisi için “eski sevgilimdi” diyorlardı, kimisinin “sözde” gönlü varmış, bazıları “parayla” veriyormuş, yalnız kaldığımızda ise “milli olmadan mı ölcez bea?” deyip iğrençlikleri dışa vuruyorlardı. Genellikle tek kaçıp gelen, yanında erkek bulunmayan kızları hedef alsalar da geçen gün “yapmayın etmeyin, yazıktır günahtır” diye fazlaca söylenen bir amcanın da kızlarını yine adamın gözü önünde sıkıştırıp “Allah’ın emri, peygamberin kavliyle oldu dayı uzatmayacan” deyip adamı sindirmiştiler. Gıkımı çıkarmadığım ve diğer çetelere karşı onlarla hareket ettiğim için beni kardeşleri, annemle Merve’yi de bacıları olarak görüyorlardı şimdilik… Buna benzer onlarca grup vardı nüfusu yüz binleri bulan kampta: sübyancılar, ibneler, sırf ırk veya mezhep yüzünden birbirlerini tek tek azaltanlar, “devrim” adına insanların değerli eşyalarına el koyanlar, “cihad zamanıdır” deyip cariye tutanlar, İsa’yı bekleyen Yunan gruplar… Hayata kalıp annemleri güvende tutabilmek için Çorlular’ın korumasına ihtiyacım vardı, bu yüzden onların pisliklerine göz yumuyor, hatta bazen onlar için istemeye istemeye de olsa gözetmenlik yapıyordum. Peki ya ben gelmeseydim, meselâ annemleri sınırı geçirdikten sonra ablamları aramak için geri dönseydim acaba Merve’ye kim bilir kimler dokunacaktı, hatta belki anneme bile. Ablamlar, yeğenim daha dört yaşındaydı, acaba başarabilmişler miydi, eniştem yanlarında mıydı, bu kampta yoktular, annem içinde bulunduğumuz koşulları gördükçe “ah keşke öldüklerini duysaydık, ya yalnızsalar…” diye ağlıyordu.
Daha 17 yaşındaydım, güçlüydüm, elim tutuyor, aklım çalışıyordu. Biz Çanakkale ruhuyla, cepheye giden on beşliklerin ağıtlarıyla büyütüldük, bu kampta mal gibi oturup beklemek, kanıma dokunuyor, kendimi ezik gibi hissediyordum. Lakin bizim için ne gidilecek bir cephe ne yâri bırakacak güvenli bir vatan toprağı kalmıştı. Düşünsenize, dedelerimiz cepheye giderken ninelerimizin tepesine bomba yağmayacağından, evlerinin yok olmayacaklarından eminmiş. Sonra Balkan çekilmesini, Yunan işgalini düşünün, ordular nispeten yavaş hareket ediyormuş, cephe düşer düşmez haber salınıyor, toprak boşaltılıyormuş. O dönem işgalde yakıp yıkılan köylüleri düşünün sonra, nüfusları ne kadardı ki o zaman? Bir yerde okumuştum sanki, o işgalden önce İzmir’in nüfusu 200, Bursa’nın nüfusu 150 bin kadarmış, şimdi sadece Edirne’de 400 bin can vardı, Tekirdağ’da bir milyon, Selanik’te öyle… Kaç farklı şehri tek bir Sofya’ya sığdırmaya çalışıyorlardı. Bazı Bulgarlar bizden nefret ediyor, yemek filan verirken içine tükürüyorlar, hakaret ediyorlardı “korkak” diye. Kalıp savaşmamışız, kaçmışız, kolaysa sen git savaş, sanki bizim memlekette herkesin kapısının önünde uçaksavar bataryası vardı amına koyayım! Gelen uçakları av tüfeğiyle mi düşürecektim, tam tepeme 3 tonluk bomba geliyordu, pompalıyla tam ortasına bir el sıksam yok olacaktı değil mi o dev roketler? Benim on yıldır gölgesinde top oynadığım, altındaki dükkânda döner yediğim beş katlı koca bina saniyede yok oluverdi, saniyede! Keşan’dan çıkarken siyah dumandan gökyüzü gözükmüyordu, kaç uçağın düşüşüne şahit oldum hatırlamıyordum bile, o uçaklar, koca koca binalar havaya uçarken kendimi o kadar küçük, o kadar çaresiz hissettim ki yapabildiğim tek şey kaçmaktı, evet, aynen bir böcek gibi hissettim kaçarken.
Ait olduğum şehre ülkeye bombalar yağarken düşünebildiğim tek şey sevdiğimdi, annemdi. Benim için tek vatan onlardı artık, üzerimizdeki giysiler, boğazımda can, annem, Merve… Benim toprağım işte bu kadardı. Belki de bu yüzden Merve’nin hamile olması fikrini çok çabuk kabullenmiş, hatta buna sevinmiştik. Biz artık dört kişi olacaktık, kanımızdan bir kişi daha, bizden bir nefes, bir umut daha… Onca şeyden sonra biz hayatta kaldıysak o da kalabilirdi. Çocuk fikri, anne baba olma fikri, sanırım o çaresizlikte bize yaşama direnci veren, bizi hayata bağlayan tek şeydi. Bu kamp benzer umutların daha acı, daha trajik örnekleri ile doluydu. Meselâ Dedeağaç’tan zar zor kaçabilen 35 yaşlarında Yunan bir kadın vardı, “eşim enkaz altında kalmıştı, sokakta çaresizce ağlıyordum, beni çekeleyerek bir minibüse aldılar” diye anlatıyordu. Yerli halktan küçük bir grup kadını da alarak kendi imkânlarıyla Bulgaristan sınırına kaçmışlar, sınırda içlerinden bir adam memurlara rüşvet vererek bir şekilde hepsini geçirmiş içeri, Plovdiv’e kadar devam etmişler, orada aynı adam kalacak yerde bulmuş bunlara, “sekiz dokuz kişiydik” diyordu kadın. Birkaç günün ardından adam o gruptaki kadınları ona buna sunmaya başlamış, “adamın silahı vardı, zaten travmadaydık hepimiz, karşı koyamadık bile” diye ağlayarak devam ediyordu. Sonra zaten o şehir de boşaltılmış, BM askerleri kadını bir başına bu kampa getirmişler. “Tanrı beni kutsadı ve yalnız bırakmadı” diye karnını sıvazlıyordu buruk bir sevinçle. Meğerse kadın orada kim bilir kimden hamile kalmış, ne var ki bir anda hiç kimsesiz kalmayı kabullenmektense bebeğiyle var olmayı yeğlemiş kadıncağız, “kocamanın ismini koyacağım” diyordu içini çekerek. Bir başka trajikomik örnek ise Kırklareli’nden Mehmet Hoca’ydı. Aslen Ordulu olup Kırklareli’nde matematik öğretmenliği yapan hocamız ilk günü can havliyle yirmi yıllık eşi ve üç çocuğuyla atlamış arabaya, Bulgaristan sınırına sürmüş. Yolda tesadüfen arabaları ateş almış, vurulmuş, “sadece ortancayı kurtarabildim” demişti, 12 yaşlarındaki oğlu için çaresiz yürüyerek yola devam etmiş adamcağız. Sınırı filan geçmişler, ilk haftalarda Derya Hanım’la karşılamışlar kamplarında birinde. Doğma büyüme Edirneli olan Derya Hanım, ailesinin tek kızıymış, kolejlerde okuyup doktor olmuş, hiç evlenmemiş, “annem ve babam benim her şeyimdi, gözümün önünde yok oldu” diye anlatıyordu o da “o kadar yalnız hissettim, o kadar çaresiz hissettim ki ‘her şeyimi kaybettim’ diyebileceğimi bir kimsem bile kalmamıştı” diye acısını paylaşıyordu, o da hamileydi şimdi. Mehmet Hoca “Bak evlat” demişti bir keresinde “benim üç yavrum vardı, sadece birini kurtarabildim, Derya ablan ise sıfırı tüketmişti, şimdi biz dört kişi olacağız, yarın belki beş, kaçını kurtarabilsen senin de canın o kadar kalacak işte”. Haklı değil miydi? Meselâ bir abim daha olsaydı, babam hayatta olsaydı anneannemi bile o apartmandan indirebilirdik belki. Kampta yanımda bir erkek daha olsaydı canımdan, nöbetleşe birkaç saatçik uyuyabilirdik belki. Son 5 ayda öyle korkunç şeyler yaşadık ki ah… Gece karın açlığından uyanan üç dört yaşlarında küçücük bir kız çocuğunun tutuşan çadırı fark edip “anne bak ateş!” diyerek annesini uyandırmasıyla kurtulan canların üzerimizde bıraktığı travma bizi çoğalmaya zorluyordu, siz hiç korkudan seviştiniz mi?
Bir yıl olmadan Sofya’daki mülteci kampından kaçıp kaçak olarak yine Bulgaristan’ın Godech kasabasına gelmiştik. İlk yavrumu kucağıma aldığımda sadece 18 yaşındaydım ve terk edilmiş metruk bir binada kalıyorduk, fareler dışında rahatsız edenimiz olmuyordu en azından. Enflasyon yüzünden doğru dürüst ne iş bulabiliyor ne de düzgün bir yiyecek alabiliyorduk. Ben burada bir elektronikçinin yanında çalışmaya başlamıştım karnın tokluğuna, Merve de merdiven altı bir dikiş atölyesinde çift vardiya çalışıyordu. Savaştan önce küçük bir kasaba olan şehrin nüfusu o günlerde 1 milyona dayanmak üzereydi. Bu yüzden olacak ki şehirde sanki herhangi bir asayiş birimi yok gibiydi. Yerli halk bizi sürekli tehdit ediyordu, bunun dışında yapılan ahlâksız teklifleri anlatmak dahi istemiyorum, bebeğimizi satmamız için bile para teklif ettiler. Yine de başımıza roket yağmıyor veya her gece tecavüz sesleri duymuyorduk.
Çocuk altı aylık oluyordu, adını “Umut” koymuştuk, aslında Merve liseyi birincilikle bitirmek üzereydi, ben de ikinci olacaktım muhtemelen. “Ben Avrupa Yakası’nda okuyacağım” diye tutturmuştu, ben bilgisayar mühendisliği istiyordum, Amerika’ya gidecektim, Merve’ye lisede iki yıl çok güzel şeyler, ilk heyecanlar yaşamış olsak da muhtemelen üniversitede ayrılacaktık. İlk patlamayı duyduğumuzda yanımda o değil de sırf aksiyon olsun diye aynı merdivenlerde sıkıştırdığım diğer kızlardan biri olsaydı ne olurdu acaba? Hayatta kalabilir miydik bu kadar, birbirimize âşık olur muyduk, yine korkudan böyle sevişir miydik? Gerçi Mehmet Hoca ile Derya Hanım’ı hatırladıkça anlıyordum ki top tüfek ateşi altında sevdiğinle yola çıkmak ile yola çıktığını sevmek arasında çok da bir fark yoktu. Önemli olan sayıydı ve biz beşe doğru gidiyorduk. Sahip olduğumuz tek şey birbirimizdik, sadece birbirimize tutunabiliyorduk ve 18 yaşındaydık daha. Yani şehirlere bombalar yağarken Ahmet Kaya da Müjgan’ıyla sadece ağlaşmıyordu ki…
En çok da bu kanıma dokunuyor, beni insanlıktan çıkarıyordu. Annemin evinden uzakta ikinci doğum günüydü geçende, Merve de yeni haber veriyordu, elimizde avucumuzda bir şey yoktu ama nefes alıyorduk amk ve yaşadığımız eski günlerimizi çok özlüyorduk. Gittim bulup buluşturup yarım kilo kıyma aldım, ne eti bu diye sormadım bile. Kaldığımız yerdeki ocağı az buçuk tamir etmiştim, kendimizce köfte yaptık, “dışarıda yiyelim mi? Değişiklik olur” dedi kız, çıktık. Metruk binanın ufacık bir bahçesi vardı, kol duvarları yıkılmıştı. Bir tuğlanın üzerine çömelip bayat bir ekmeğin arasında yağsız tuzsuz köftelerimiz yemeye başlamıştık. Yemin ederim arkamızı sokağa dönmüştük ayıp olmasın diye. Mahallenin çocukları görmüş, “pis göçmenler mangal yakmış keyif yapıyor” diye ortalığı ayağa kaldırdılar, ana babaları geldi, üzerimize yürüdüler, kalabalıktan biri “çocuğuma vurmuş, dudağı kanıyor bakın” diye ortaya atıldı. Neyse ki annemlere, bebeğimize dokunmadılar, ben birkaç gün işe gidemedim o kadar. O günden sonra insanlık da hukuk da kendimize kadar diyordum. Zaten yanında çalıştığım elektronikçi yarım yamalak ödeme yapıyordu, Merve’yi de çift vardiya çalıştırıp tek yevmiye veriyorlardı. Onlar bizim emeğimizden çalışıyordu ben de… Zaten şehirde düzen filan kalmamıştı, önce bu tarz mağduriyete uğrayan göçmenleri örgütlemeye başlamıştım, sonradan yetenekli gördüğüm, yatkın olan kim varsa dahil ettim, “zaten” diyordum “ya onlar ya biz”, o kadar ki çıkar için bazı yerliler bile aramıza katıldı, aklınıza neler gelirse… Bir yıl içerisinde kaçakçıların bizi Sırbistan’a geçmek için istediği kişi başı dört bin avroyu biriktirmiştim, yalnız o şehirden ayrılmadan en güzel parkların birinde cillop gibi bir mangal yaptığımızı, hatta oyun havası çaldığımızı hatırlıyorum, sikerlerdi valla, zaten zamanla öyle kalabalıklaştık ki artık onlar bizden korkar olmuştu.
Sanırım biz bu göçü sürdürüp nihayet Prag’a yerleştiğimizde olaylar altıncı yılına giriyordu. Duyduğumuza göre Dünya genelinde petrol ve elektrik üretimi durma noktasına gelmiş, yörüngedeki uyduların hepsi düşürülmüş, kıtalar arası iletişim kesilmişti. Hatta insanlığın denizlere güvenli erişimi kalmamış, bazı kıyı ülkeleri tamamen iç kesimlere, diğer ülkelere göçmüş diyorlardı. Zaten Prag da artık Almanya’nın, daha doğrusu Almanya ve Fransa’nın ortak bir şekilde AB’yi feshedip onun yerine savaşa yönelik kurduğu yeni bir devletin başkentiydi. Her yeri askeri fabrikayla dolan bu şehir de sıkı yönetim altındaydı. Vatan, vatandaş, devlet kavramları çoktan önemini yitirmişti aslında, sadece hayatta kalmaya, savaşta tutunmaya çalışıyordu insanlar. Açıkçası “biz” son beş yıldır hiç sıcak çatışma görmemiş, hep iç karaya doğru göçmüştük. Kim kiminle nerede savaşıyor artık ilgilenmiyorduk bile. Mesleğimiz göçmenlik olmuştu, yolda dünyaya gelen çocuklarımız yolu Dünya, göçü de yaşamak zannediyordu. Nereye dönecektik ki, kim olarak kaç kişi geri dönecektik peki, sahi biz kimdik amına koyayım, hangi dili konuşuyor, neye inanıyorduk?
Nereden hatırlıyorum ki ben bunları, ne zaman yaşadım ki? Hangisi gerçek peki? Kaç farklı ben, kaç farklı savaşta hayatta kaldı biliyor musunuz? Peki ya öldüklerim? Sadece ben hatırlıyorum…